28 Aralık 2011 Çarşamba

Aşık Veysel



Uzun zamandır bir yazı dizisi var aklımda: Aşık Veysel'den bu yana halk ozanları. Hazır “klasik ozanlar” diyebileceğimiz “Ulu Ozanlar” yazılıyor, ben de yakın zamandakileri yazayım demiştim kendime, Aşık Veysel'den başlayarak. Ama hep erteledim bunu çeşitli sebeplerle, bu geceye kadar. Bu gece planım biraz oyun oynayıp sonra sabaha kadar çizgi roman okumaktı, sonra internet tarayıcımda açık olan bir şarkıdan, bir başyapıttan buraya geldik işte, erteleyemedim.


Açık olan şey merhum Barış Manço ve merhum Cem Karaca'nın seslendirdiği, Cahit Berkay'ınsa eşlik ettiği “Uzun İnce BirYoldayım”. Üst üste birkaç defa dinledim, sonra kenarda, Doğa İçin Çal projesinin “Uzun İnce Bir Yoldayım”ı çıktı, onu da dinledim ve dayanamadım, artık ertelemenin anlamı yok dedim kendime.


Peki neden bu kadar etkilendim ki şimdi? İçimden geçen şuydu, tamam, buradakilerden bazılarının tarzını sevmesem de harika bir çalışma bu, ilk dinlediğimde de çok beğenmiştim, ama sadece bu insanlar yetenekli olduğu için mi güzel şimdi bu? Yoksa halk ozanının yazdığı muhteşem sözlerden, sazıyla yaptığı muhteşem besteden dolayı mı bu kadar güzel?

Bu nasıl bir bestedir ki Tarkan söyleyince bile güzel oluyor, bir sürü farklı yorumla sentezlenince bile güzel oluyor, tek sazla çalınınca hepsinden güzel oluyor?


İşte şimdi burada binlerce yıllık ozanlık geleneğinden, hem sazlı ozanlıktan hem sözlü ozanlıktan, belki taa Yunus Emre'den bahsetmek lazım aslında, ama bahsetmeyeceğim. Çok uzattım girişi kusura bakmayın, doluyum biraz bu konularda.

Aşık Veysel Şatıroğlu, 25 Ekim 1894'te girmiş hanın kapısından Şarkışla'da, 21 Mart 1973'te de uzun ince yolu tamamlamış, cismen terk etmiş bu hanı, ama sadece cismen. Zaten ne demiş Yunus, “Ten fânidir can ölmez gidenler gene gelmez/Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil”

Yedi yaşına geldiğinde, çiçek hastalığından, kendi deyimiyle “çiçeğin beyi”nden, sol gözü görmez olmuş, sonra sağ gözünde katarakt olmuş ve sadece ışığı seçer hale gelmiş, daha sonra talihsiz bir kazayla onu da yitirmiş. Son gördüğü görüntü, çiçek hastalığı yüzünden yere düştüğünde gördüğü kanayan eli olmuş, hayatı boyunca en net kırmızıyı hatırlamış.



Şiire meraklı ve tekkeyle içli dışlı olan babası, onu avutmak için sık sık halk ozanlarının deyişlerini, şiirlerini okumuş ona, zaten Aşık Alâ diye bilinen Çamışıhlı Ali Ağa babasının arkadaşıymış, gelir gidermiş evlerine. Çok keyif alırmış o deyişleri, sazları dinlemekten. Babası da ilgisini görünce bir saz almış ona, o zaman hayatı değişmiş, saza vermiş kendini. Başka ozanların, Pir Sultan'ın, Karacaoğlan'ın, Dertli'nin deyişlerini çalmış söylemiş. Yunus'u, Emrah'ı da çok severmiş.

1914'te savaş çıktığında, ağabeyi ve arkadaşları cephelere gidince, yalnız kalmış, içine dönmüş, sazına daha çok vermiş kendini, yalnızlığın ağır yükünü biraz olsun hafifletmek için. Savaşın sonunda da annesiyle babası, biz ölürsek belki abisi de bakmaz, diyerek evlendirmişler Veysel'i. Talihsizlikler yine başını bırakmamış, ilk çocuğunu on günlükken kaybetmiş, sonra yakın aralıklarla önce annesini, sonra babasını vermiş sadık yâri kara toprağın bağrına.

Veysel'in küçük kızı altı aylıkken, karısı kaçıp gitmiş abisinin hizmetkarıyla, Veysel kucağında küçücük kızı, büsbütün yalnız kalmış. Çok içerlemiş bu olaya haklı olarak. Talihsiz küçük kızını da, iki yıl sonra vermek zorunda kalmış kara toprağa.

Tekrar evlenmiş sonra, iki oğlu, dört tane de kızı olmuş, çocukları ona on sekiz tane torun vermişler.

O sıralar Sivas'ta öğretmenlik yapan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları, “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurmuş, bir de üç gün süren bir Halk Şairleri Bayramı düzenlemişler. Veysel'in hayatı tekrar değişmiş o zaman, ama bu sefer iyi yönde.

Veysel 1933 yılına kadar hep başka ozanlardan çalmış söylemiş. Utanıyormuş kendi deyişlerini söylemekten. Bu yıl, Ahmet Kutsi Tecer, bütün halk şairlerinden Cumhuriyet ve Atatürk üzerine şiirler yazmasını istemiş. İşte Veysel'in ilk şiiri o zaman çıkmış günyüzüne, “Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi” dizesiyle başlayan şiir. Bundan sonra kendi deyişlerini de çalıp söylemeye başlamış hep. Sade ama kusursuz bir dil kullanmış deyişlerinde.


Bu şiir Aşık Veysel'in köyünden çıkmasına da vesile olmuş. Dönemin bölge yöneticisi Ankara'ya yollamak istemiş Aşık Veysel'i, o da “Ben giderim” deyip, yanına arkadaşını almış, düşmüş yola. Üç ayda varmışlar Ankara'ya, yürüyerek. Her ne kadar şiirini Atatürk'e okuma isteğiyle gelmişse de, kısmet olmamış, ama gazetelerde basılmış günlerce bu şiir.

Bundan sonra yurdu dolaşmaya, gittiği yerlerde çalıp söylemeye başlamış, ozanlığın hakkını vermiş. Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte de, yine Ahmet Kutsi Tecer'in yardımıyla, pek çok okulda saz öğretmenliği yapmış. 1956 yılında da, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" aylık bağlanmış kendisine.

Aşık Veysel'in köyünde ve çevresinde hiç meyve ağacı yokken, meyve bahçesi kurmuş. Köylüler, çevresindekiler, “Kimsenin aklına gelmedi de onun mu geldi, atalarımız bilmiyor muydu da ekmedi, onların bilmediğini şu kör adam mı bilecek?” gibi şeyler söylemiş o sıralar. Bir şey yapmayan, yapana da destek olmak yerine köstek olan, hor gören, yapılanı kabul etmeyen insanlar o zaman da varmış belli ki. Ama gönül gözüyle gören, gözünün karanlığını içinin aydınlığıyla yenen Aşık Veysel'in çok güzel bir meyve bahçesi olmuş.


Dostlar beni unutmasın” değil, “Dostlar Beni Hatırlasın” diyerek aslında ne kadar ince, ne kadar tevazu sahibi olduğunu da göstermiş Aşık Veysel. Sadece yedi sene gördüğü doğayı sık sık yansıtmış şiirlerine, gözü görenlerden daha güzel şekilde.


Kıymeti bilinen nadir değelerimizden biri olan Aşık Veysel'i ben böyle uzun uzun anlattım ama, yazıyı kendi ağzından kendini anlatışıyla bitirmek istiyorum:

Muhterem Vatandaşlar,


Beni birçoklarınız gazetelerde, radyolarda, mecmualarda ismimi işitip okuyorsunuz. Fakat benim doğumumu, memleketimi bilmiyorsunuz. Ben, lutfen, sizlere kendi ağzımdan anlatacağım.

Ben, Şarkışla'nın, Sivrialan köyünde, 1894'te dünyaya gelmişim. Dünyaya gelişim de herkes gibi değil. Annem rahmetli, koyun sağmadan gelirken yol üzerinde dünyaya getirmişi beni. Yedi yaşıma kadar ben de herkes gibi koştum seğirttim, güldüm oynadım. Yedi yaşımda çiçekten iki gözlerimi kaybettim. Ondan sonra dokuz, on yaşımda bu saza başladım. İşte devam edip gidiyoruz...

Yani bunu söylememdeki maksat, milletime, evladıma bir hatıra olarak kendi ağzımdan duysunlar dinlesinler diye bunu söylüyorum.”

Hiç yorum yok: